24 Temmuz 2007 Salı

deniz baykal ve chp politbürosu


Önce “ben demiştim” demek klişe oldu sonra da “ben demiştim demeyi sevmem” demek. Oysa herkes bilir ki ben demiştim demek çok keyifli bir iştir. Kimi zaman olaylar üzüntü verici şekilde gelişse de ufak nostradamusculuk oyunlarında başarılı olmak çoğu zaman insana keyif verir. Başlayalım;

halkı ezdirmeyeceğiz,
ülkeyi soydurmayacağız,
devleti böldürmeyeceğiz.

Halk eziliyor mu? Evet

Ülke soyuluyor mu? Kesinlikle.

Bölücülük tehlikesi var mı? Elbette.

Peki ya Chp bunlara karşı çıkacak güç müydü? Belki de.

Belki de değildi ancak şu bir gerçek ki Chp ve kendini tarif ettiği şekliyle “merkez sol” cumhuriyet tarihinin en büyük seçim yenilgisini yaşadı. Öyle ise ülkenin geleceğine bakıp karanlıklar içinde kalacağımızı düşünerek “ah vah” etmektense geçmişe şöyle bir bakıp nerede yanlış yapıldığını düşünmemiz daha mantıklı.

22 temmuz gecesi gelip de seçimin kesin sonuçları yavaş yavaş belli olduğunda gözler elbette chp genel merkezi’ne çevrilmişti. Çünkü Recep Tayyip Erdoğan ve Akp seçim kutlamalarına çoktan başlamışlardı, oysa seçimin “mutlak mağlubu” Deniz Baykal ve Chp’den yana hala en ufak bir gelişme yoktu.

Derken Chp genel merkezi’nin önünde “parti teşkilatının tek hakimi” Önder Sav geldi. Biz Önder Sav’dan Deniz Baykal ve Chp yönetiminin istifa haberini beklerken o gece 11’de Deniz Baykal’la henüz görüşemediğini söyledi. Bu noktadan hemen belirtlelim ki Önder Sav Chp genel sekreteri, Deniz Baykal ise Chp genel başkanıdır. Yani seçim günü saatler gece 11’i gösterirken bir partinin genel başkanı ile genel sekreteri hala görüşmemişlerdi. Oysa gerçeğin böyle olmadığını herkes biliyordu. Önder Sav gözümüzün içine baka baka yalan söylemekteydi. Ntv yayınındaki konuklardan adını şu an hatırlayamadığım biri en doğru benzetmeyi yaptı:

“ Chp şu anda Soğuk Savaş Dönemi sovyetler birliği komünist partisi’nden farklı değil.”

Bu benzetme neden bu kadar doğru idi?

Chp yıllardır “Deniz Baykal hizibi” olarak geçen ve ansiklopedilere bile girmiş bir hiziple, çok dar bir yönetim kadrosuyla yönetiliyor ki bu da Sovyetler’deki politbüro kurumuna isabet ediyor.

Alın size Chp’nin politbürosu: Deniz Baykal, Önder Sav, Onur Öymen, Eşref Erdem, Cevdet Selvi, Mehmet Sevigen, Mustafa Özyürek.

işte bu “Chp politbürosu” bir kişi eksik bir kişi fazla defalarca seçimlere katılıp defalarca –karşısındaki parti ne olursa olsun- yenilgiye hatta yenilgiden öte hezimete uğramış bir kadro.

Elbette kimsenin hakkını yememek lazım. Söz konusu ülke Sovyetler Birliği bile olsa böylesine hezimetler yaşamış bir kadro eminim ki orada bile bir şekilde tasfiye edilirdi. Ve yine biliyor olmalısınız ki Rusça’da “tasfiye etmek” lafının çok fena anlamları vardır.

İşte bu kadro şimdi yine Chp’nin başında ve ayrılmayacağını bize bildiriyor. Pekiyi; ayrılsalar bile güç bela çözülebilecek, belki de çözülemeyecek sorunların işin başında onlar varken nasıl –hangi yöntemle- çözüleceğini vaat ediyorlar?

“Farklı kesimleri kucaklamak”

Çözümleri bu ve bu halleriyle insana -ilginç ama gerçek- “buruk kahkahalar” attırıyorlar. Neden mi?

Chp bu seçime hazırlanırken iki şey yaptı:

1) DSP ile ittifak

2) Merkez sağdan siyasetçileri saflarına katmak

Bunların ilki cumhuriyet mitinglerinin zoruyla ve sadece “sana şuradan şu kadar milletvekili” usulüne göre yapıldı. Ortaya ne gerçekçi bir hükümet programı koyuldu, ne de birleşmenin getirdiği hava doğru kullanılabildi.

İkincisi ise “cumhuriyet değerlerinin tehlikede olduğunu hisseden merkez sağ seçmenin(?)” de Chp’ye yönelmesi adına İlhan Kesici ve Yaşar Okuyan gibi sağcı politikacılar chp saflarına geçti. Ancak bu olay da Chp’nin sosyaldemokrat tabanında ters tepti. özellikle istanbul 1. bölgede Ufuk Uras’ın karşısına alternatif(!) olarak sunulan İlhan Kesici büyük oy kaybına yol açtı.

Öte yandan geçmişin izleri de unutulmuş değil. Baykal’ın ilçe yönetimlerinde bile karşıtlarını hatta ve daha doğrusu kendi yönetim tarzını benimseyeceğinden emin olmadıklarını nasıl insafsızca görevden aldığını, ilçe teşkilatı seçimlerinin yapılmasına birkaç ay kala karşıtlarının seçilmemesi için bir günde yüzlerce yeni üye alımı yapılmasına nasıl göz yumduğu hâlâ hafızalarda.

İşte tüm bu olanlardan sonra Baykal ve ekibi partiye küstürdükleri sosyaldemokratların onun dümenine su taşıyacaklarını zannediyorlarsa, avuçlarını yalayacaklarını onlara şimdiden bildiririm.

Ufuk Uras’ı beğenin ya da beğenmeyin, en doğrusunu o söylemiş, ben de kendimden bir şeyler ekleyip son sözümü söyleyeyim:

Solun Chp Politbürosu ile uğraşacak vakti yoktur. Ya onlar gider ya da sosyaldemokratlar yeni bir dünya kurup CHP’yi Mustafa Kemal’in kadim mirası olarak yad ederler.

30 Haziran 2007 Cumartesi

kürtler

“Türkiye cumhuriyeti toprakları içinde yaşayan Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarıdır.”

Doğruluğuna herkes onay verse de sanırım çoğu zaman atlanılan cümlelerden biridir yukarıda yazdığım.

Konuya değişik bakış açılarından yaklaşmak mümkün. Ama sanırım bu değişik bakış açılarının her birinin kendi içinde pek yaman çelişkileri, ya da şöyle diyelim, samimiyetsizlikleri varmış gibi geliyor insana. Buna daha sonra değineceğim ama öncelikle kürtleri biraz anlatayım. Elbette kendi gözümden, kendi kalemimden, ve bu yüzden objektif olmaya çalışsa da illaki subjektif.

İnsanları kategorilere ayırmayı seviyoruz. Ben de konuya girişte elimde olmadan bir kategorizasyon işlemine girişeceğim. Herkesten özür dileyerek ve yazımın ve dolayısıyla kategorizasyonumun da objektif olmaya çalışsa da subjektif olacağını bir kez daha hatırlatatrak.

Türkiye’de yaşayan ve aslen kürt kökenli insanlardan oluşan nüfus hakkında şimdiye kadar istatistiki anlamda pek çok çalışma yapıldı. Bu çalışmalarda ya da daha doğrusu çalışmaların bize yansıyan, yayınlayanlarca/yayını duyuran medyaca vurgulanan kısmında özellikle yüzdeler vurgulandı. Toplam nüfus içindeki kürt kökenli vatandaşlarımızın nüfusu, kürt nüfusun bölgelere göre dağılımı vs.

Oysa sanırım ülkemiz için daha önemli olan nokta bu nüfusun ülke içindeki sayısal yüzdesinden çok taşıdığı özellikler. Ve en önemlisi de bu nüfusun entegrasyonu ile ilgili veriler. Şundan emin olmalıyız ki bulunduğumuz anda işimize daha çok yarayacak olan duygusallık değil nesnelliktir. Ve bu ülkede ve beraberce yaşamak istiyorsak eğer, en önemlisi bu iki kardeş halkın entegrasyonudur. Entegrasyon kelimesinden “türklerin kürtleşmesi” yahut “kürtlerin türkleşmesi” gibi kötü niyetli ve asimilasyonu çağrıştıran düşünceler anlayacak olanlara şimdiden söyleyeyim: niyetim asla bu değil. Entegrasyon kelimesini “birbiri arasında etnik farklılıklar bulunan insanların bu etnik farklılıkları vurgulamadığı ve karşısındaki insana bu etnik farklılığından dolayı bir başka insandan farklı yaklaşmadığı” bir toplum yaratabilmek anlamında kullanıyorum.

Şimdi gelelim türkiye’deki kürt nüfusun –kendimce- kategorizasyonuna:

1 ) doğu ve güneydoğu anadolu’da ve bulunduğu bölgede ağırlıklı etnik grup olan kürt nüfus

herkesin görüş birliği içinde olduğu gibi feodalizm etkisinden hala kurtulamamış, bir aşiret düzeninin içine doğan ve bu düzenin çarklarının arasında her gün ve defalarca ezilerek(terör, töre cinayetleri, kan davaları) hayatı son bulan nüfustur. Devletin silahlı güçleri ile pkk arasında sıkışmış kalmış ve yarının ne getireceğini bilememekten kaynaklı bocalamalar içinde yaşamaktadırlar. Aşiret düzeninin dağılmasını sağlamadan, toprak reformu yapılmadan, halkı devlet ile barıştırmadan ne kadar yatırım yapılırsa ilerlemesinden bir sonuç alınamayacak devasa bir sorunun mağdurlarıdırlar. Şüphesiz ki yorumlarım “suyun başındaki” aşiret ağalarını kapsamamaktadır.

2 ) batı bölgelerinde yaşayan ve buraya özellikle 1980 sonrası gelen kürt nüfus

bu noktada vurgulamam gereken 1980 tarihinin “sembolik” bir tarih olduğudur. Bölgede bir dönem en hafif deyimiyle kontrolsüz şiddet kullanılarak yapılan köy boşaltmaların ardından, yerleşecek başka toprakları olmaması ve büyük şehirlerde bulunan akrabaları ya da tanıdıkları vasıtasıyla orada barınabilecekleri, mutlu bir hayat kurabileceklerine inanmaları nedeniyle batı illerine göç eden nüfustur. Geldiğimiz noktada söyleyebiliriz ki, çoğu umduğunu bulamamıştır. Kimi hala kıt kanaat geçimini sağlamaya uğraşırken kimi eski toprağının yolunu tutmuş, kimi ise buralarda kalabilmek için kirli işlere bulaşmıştır. Elbetteki toplumdaki sosyoekonomik durumun kötüye gitmesinin de büyük payı olmakla birlikte, batı illerinde son yıllarda işlenen adi suçların sayısındaki hızlı artışta bu gruptan insanlarımızın payı vardır.

3 ) batı bölgelerinde yaşayan ve buraya 1980 öncesi gelen kürt nufus

1980 tarihininin –ki aslında 1985 daha doğru olabilir- sembolikliğini tekrar vurgulamakla birlikte üç grup içerisinde toplumun diğer kısımlarına entegrasyon ve sosyoekonomik durum açısından daha şanslı addedilebilecek gruptur. Gelir seviyeleri nispeten daha yüksektir ve kürt kimlikleriyle ilgili sıkıntıları daha alt düzeydedir. Ülke içinde daha üst noktalara çıka(bile)n grup da budur.

Daha önce de belirttiğim gibi bu gruplama herhangi bir sosyolojik çalışmanın ürünü değildir, ancak sanırım kendi içinde haklı noktaları bulunmaktadır.

Bu kategorizasyon bağlamında etrafımızda hemen her gün karşılaştığımız, “kürt sorunu” ya da “doğu sorunu” olarak adlandırılan sorunun aslında bir entegrasyon ve demokrasi sorunu olduğunu söylemek gerekir. Türkiye cumhuriyeti içindeki farklı etnik unsurlar birbirlerine ne kadar entegre olabilirlerse, bu sorunun çözümü de o kadar kolay olacaktır. Farklı etnik unsurlara sahip bir ülkede insanların birbirlerine etnik farklılıklarını gözetmeden yaklaşabilmesi bir ülkenin ayakta durabilmesinin ön koşullarından biridir. Bunun en rasyonel çözüm yolu ise şiddet unsurlarını askeri ve siyasal yollardan ortadan kaldırarak demokratikleşmenin önünü açmaktır.

Son olarak ilk cümlelerimde değindiğim farklı bakış açılarına gelmek istiyorum. Sorunun çözümü konusunda çeşitli düşünceler sunan tarafların kendi içlerinde çelişkili birtakım argümanlar sarf ettiğini belirtmiştim. Bunlardan iki tanesini sunmakla yetineceğim.

Taraflardan biri ısrarla “yüzyıllardır birlikte yaşadığımızdan, et ile tırnak gibi birbirinden ayrılamaz kardeş topluluklar” olduğumuzu belirtse de herhangi farklı bir düşünce karşısında karşısındakini amansızca “vatan haini” olarak yaftalamaktadır.

Diğer taraf ise ısrarla demokrasiden dem vursa da “faşizm konuşma yasağı değil söyleme mecburiyetidir” argümanının arkasına sığınarak terör gibi acımasız ve canice bir kavram karşısında bile net bir tutum sergileyememekte ve karşısındaki grubu “olur olmaz her durumda” faşist olarak nitelendirmektedir.

Tüm bu tartışmaların ötesinde hepimizi dağ gibi sorunlar bekliyor ve biz hala ortak bir dil yaratmanın bile çok ama çok uzağındayız. Ancak bu dili bir an önce yaratmak zorundayız.

Bu yazının ne isa’ya ne de musa’ya yaranamayacağını biliyorum.

Ben size yeni bir peygamber bulmayı öneriyorum.

4 Haziran 2007 Pazartesi

baskın oran


istanbul'dan bağımsız milletvekilliği için adaylığı koymuş eski akademisyen yeni siyasetçi.

http://www.radikal.com.tr/haber.php?haberno=223097

bugünkü radikal gazetesi'ne ilginç açıklamalarda bulunmuş. öyleyse bir iki kelam edelim:

baskın oran radikal gazetesine verdiği demeçte adaylığı konusunu anlatırken: "1 mart tezkeresi reddedilsin sloganıyla 2003'te ortaya çıkan bir fiili grup bu. dernek bile değiller. demokrasi ve barış için zaman zaman imza kampanyaları düzenlediler. ismin üzerinde tam mutabakat var diye beni aradıklarında, onlara hayır diyemezdim. hiçbir partiyle ilişkili olmadan adaylığımı koydum." demiş.

kısaca neden aday olduğunu, hangi kesimi temsil ettiğini belirtmiş. bir akademisyen ve yeni bir siyasetçi için kendini tanıtması için verilen fırsatı değerlendirmeye çalışıyor. buraya kadarı güzel.

ancak bir başka gazete'ye bundan bir buçuk yıl kadar önce bir başka demeç daha vermiş. ancak 25 eylül 2005'te zaman gazetesi'nde bambaşka şeyler açıklamış. yazanları alıntılayarak aynen aktarıyorum:

(baskın oran) başbakan recep tayyip erdoğan liderliğindeki ak parti'yi, 'milliyetçiliğin at gözlüğünü takmamış tek parti' olarak tanımlıyor. türkiye'nin şu anda geçiş süreci yaşadığına dikkat çeken oran, böyle bir ortamda mevcut iktidarı 'nimet' olarak değerlendirerek şunları ekliyor: "böyle devam ederlerse, bir sonraki seçimde oyumu ak parti'ye atacağım." (zaman gazetesi 25 eylül 2005)

http://www.8sutun.com/node/1876



bu iki demeci okuduktan sonra sanırım benim gibi siz de burada bir çelişki olduğunu görmüşsünüzdür. şimdi sayın baskın oran'a sormak gerekiyor:

abd ile işbirliği yaparak ırak'taki kardeşlerimizin kanını akıtmak, bölgede on yıllar sürecek bir kan davası yaratacak bir işbirlikçilik yapmak isteyen bu akp değil miydi? öyleyse bu akp'nin karşısına geçerek 1 mart tezkeresi'nin geçmemesi için oluşmuş bu birliktelikten biri olarak nasıl olur da akp'yi türkiye'de oy verilecek yegane parti olarak görürsünüz?

sahi 1 mart 2003 ile 25 eylül 2005 arasında ne değişti dersiniz?

4 Mayıs 2007 Cuma

seçim barajı ve demokrasi

Türkiye 4,5 yıldır AKP iktidarı tarafından yönetiliyor.

2002 seçimlerinde kullanılan oyların %34’üne sahip olan, kayıtlı seçmenin ise(oy kullanmayanlar çıkarılarak) %25’inin oylarını alan AKP iktidarı anti demokratik seçim sistemimizin yardımıyla meclisteki sandalyelerin %65 ine yakınını kazandı. %34 oya sahip bir partinin meclisteki sandalyelerin %65’ine sahip olması gelişmiş hiçbir demokraside görülemeyecek bir olaydır ve yıllardır uygulanmakta olan anti demokratik bir kural, %10’luk baraj sistemidir.

Her ne kadar istikrarı sağlamak gibi bir bahanenin arkasına saklanılsa da bu baraj temelde HADEP/DEHAP/DTP sırasında seyreden etnik-milliyetçi hareketin meclise girmemesi için yürürlüğe konulmuştur. Siyasal çizgisini doğru bulmasam da Türkiye’de yüzde 5’e yakın oy oranına sahip olan bu hareketin meclise girmemesi demokrasi açısından olumsuz bir tablodur. Aynı zamanda yine baraj sistemi yüzünden zaman zaman meclise giremeyen başka partiler olması ve son seçimlerde AKP ve CHP’ye oy veren halkın %53’lük (%34+%19) kesimi dışındaki %47’sinin oylarının adeta çöpe gitmesi de demokrasimizin bir ayıbıdır. Türkiye’yi halkın yarısının oylarıyla seçilmiş bir meclis yönetmektedir. %10’luk baraj türkiye’de bir temsil krizine yol açmakta, halkın oylarının meclise yansımasına engel olmaktadır.

Ancak mecliste ezici çoğunluğu oluşturan AKP ve CHP bu barajdan yararlanmaktadır.

CHP barajı geçemeyecek sol partilerin seçmenlerinin bir mecburiyet olarak kendisine oy vermesine yol açan bu barajın kalkmasını istememektedir. AKP ise özellikle doğu bölgesinde yüksek oranda oy toplayan etnik-milliyetçi partinin meclise girememesinden dolayı bu illerden gelecek sandalyelerin neredeyse tamamını kazanmaktadır, bu nedenle bu barajın varlığından memnun durumdadır.
Kendisini sosyaldemokrat olarak tanımlayan CHP için de, kürt sorununu çözmek istediğini belirten AKP için de bu bir çelişkidir.
Demokrasi halkın seçim yoluyla mecliste görmek istediği adayları belirleyerek kendi temsilcilerini seçmesine olanak tanıyan bir yönetimdir. Bu bakımdan gelişmiş demokrasilerdeki örnekleri %5’i geçmeyen baraj sisteminin türkiye’de %10 gibi yüksek bir sınırda tutulması demokrasiyi baltalamaktadır.

CHP’nin bu sistemi savunması demokratlık değil aksine demokrasiyi baltalayan bir kanuna destek vermek, bu yolla siyasi rant sağlamaktadır ki bunun takdiri de seçmendedir. Seçmen (1977’den beri seçimlere katıldığı dönemleri göz önüne alırsak) 20 yıldır CHP’yi iktidara getirmeyerek gerekli mesajı vermiştir ancak CHP bu mesajı almamakta ısrar etmekte, savunduğu yanlış politikalar nedeniyle gitgide erimektedir. Umarım en kısa zamanda bu hatalarının farkına vararak yepyeni bir anlayışla karşımızda olurlar ve CHP'yi merkez sol seçmen için gönül rahatlığıyla oy verebileceği bir parti haline dönüştürürler.

Etnik-milliyetçi partinin barajı geçememesi nedeniyle kazandığı sandalyeler yoluyla baraj sisteminden siyasi rant sağlayan AKP’de ise ciddi bir samimiyet sorunu olduğunu düşünüyorum. Bu sistemden en fazla rantı sağlayan, %34’lük oy oranı ile meclisteki sandalyelerin %65’ine sahip olabilen AKP aynı zamanda Kürt sorunu olarak adlandırılan sorunu çözmek istediğini her fırsatta dile getiren bir parti. Oysa bence Kürt sorununun çözümündeki kilit noktalardan biri de bu bölge için yaşanan temsil krizidir. Bu bölgedeki illerde açılan sandıklardaki oyların en az %30’unu kimi yerlerde ise %60-70’ini alan etnik-milliyetçi partiler yıllardır mecliste temsil edilememektedir.
Yanlış anlaşılmalara mahal vermemek için eklemem gereken bir nokta var: Doğu bölgelerinde oldukça yüksek oy alan etnik-milliyetçi partilerin Kürt ya da doğu sorununun çözümüne katkı sağlayacağını düşünmüyorum. Hele ki son dönemlerde takındıkları ve milliyetçilikte MHP’nin bile kat kat aşırısına ulaşmış olumsuz tavır bu partiyi giderek çözümün değil sorunun bir parçası haline getirmektedir.
Ancak ihmal edilememesi gereken başka bir nokta da her ne kadar duruşunu/tavrını beğenmesek de Türk demokrasisi açısından bu kadar yüksek oranlarda oy alan bir partinin mecliste temsil edilmesi gerekliliğidir. Kaldı ki bu partiye oy atan insanlarımızın bir çoğunun oy atma nedeni devlet ile terör arasında köşede kalmışlığın ve yaşadıkları kimlik bunalımının etkisiyle kürt kimliğini temsil ettiğini düşündükleri bir partiye oy vermek istemeleridir, bu oylar bir bakıma tepki oylarıdır. Bu oyların sandıktan çöpe gitmesi bölge halkının mecliste gerçek anlamda temsil edilememesine yol açmaktadır. Bunun getirdiği sonuçları herkes iyi düşünmelidir.
Çöpe giden oylar bölge halkının demokrasiye olan inancını azaltmakta, insanların demokrasi dışı yollara yönelmesine neden olmaktadır ki bu da 20 yıldır olanca dehşetiyle karşımızda durmakta; 35.000’e yakın insanımızın hayatına mal olmaktadır. Dileyelim ki bu dram daha fazla devam etmesin ancak gidişatın iyi olmadığı apaçık ortadadır.
Bölge halkının mecliste adil bir biçimde temsil edilmesi bölgeye huzur getirecek uygulamalardan biri olabilir, bu şekilde demokrasiye olan inanç artırılarak demokrasi dışı yollara yönelimi azaltabilir. Bu sayede 20 yıldır yaşadığımız bu kahrolası ve kahredici dram son bulabilir. En azından bu önemli bir adım olabilir.
Ana konumuza dönecek olursak doğuda temsil krizine yol açan bu baraj sisteminden yararlanarak siyasi rant sağlayan AKP’nin Kürt/doğu sorununu çözmek istediğini söylemesi en hafif şekilde ifade etmek gerekirse samimiyetsizliktir.

Sadece baraj sistemi ve temsil sorunu açısından bakıldığında bile böylesine önemli sorunları olsa da Türkiye’de demokrasi kimi zaman küçük kimi zaman dev adımlarla ilerlemektedir.

Türkiye’de demokrasi 50 yıldan uzun bir zamandır sancılarla ilerleyen ancak daha uzun bir dönem de sancıları bitmeyecek olan uzun bir süreç, aynı zamanda türk halkının hak ettiği ve sonunda başaracağı güzel bir idealdir.

Türkiye bu yolda yıldırılmak istense ve hatta dönem dönem şehitler verse de yılmayacak ve günü geldiğinde demokratik ve laik sosyal hukuk devleti olma amacına ulaşacaktır.

Bu yolda yürüyenlere selam olsun...

3 Mayıs 2007 Perşembe

cumhurbaşkanlığı seçim süreci


laiklik, şeriat, demokrasi, miting, akp, chp, anap, erdoğan, baykal, mumcu, anayasa mahkemesi, 367, seçim, darbe, e-muhtıra, ekonomi, dolar, borsa, faiz ve tabii ki 1 mayıs...

liste uzayıp gidiyor. biliyorum sıradan bir giriş olmadı ama son bir aydır bu ülkede sıradan şeyler çok sık yaşanmıyor. ülke yine karışık günler yaşıyor ve sonunda ne olacağını kimse bilmiyor. isterseniz sürecin başından başlayarak yaşananlara şöyle bir göz atalım:

cumhurbaşkanı ahmet necdet sezer’in görev süresinin bitmesine yaklaşık bir buçuk ay kala yani 4 nisan’da başbakan recep tayyip erdoğan’ın almanya gezisinin hemen ardından 18 nisan civarından akp merkez karar ve yürütme kurulu’nun toplanarak akp’nin cumhurbaşkanı adayını açıklayacağı söylendi. bu her ne kadar cumhurbaşkanlığı seçimlerine bir yıldan da uzun bir süre kala adayların açıklandığı fransa’ya göre kısa bir süre olsa da her şeyin günlük ve hatta anlık değişikliklerle birdenbire alt üst olabildiği türkiye gibi dalgalı bir ülke için kabul edilebilir bir süreydi.
bu arada akp yönetimi tarafından parti teşkilatına yanıtlaması için gönderilen ankette eşlerinin başı açık olan altı akp milletvekilinden hangisinin köşk için daha uygun olduğu sorusunun yanıtı aranıyordu. ankette adı geçen milletvekilleri başbakan yardımcıları mehmet ali şahin ve abdüllatif şener, devlet bakanları beşir atalay, mehmet aydın, milli savunma bakanı vecdi gönül, tbmm adalet komisyonu başkanı köksal toptan’dı. bu anketin sonuçları kamuoyu tarafından net olarak öğrenilemese de anketin akp içinde yarattığı sıkıntı açıktı. kimi milletvekilleri ankette kendi isimlerinin de olması gerektiği düşüncesindeyken özellikle meclis başkanı bülent arınç yeni cumhurbaşkanı’nın akp’nin önde gelen üç isminden biri(erdoğan, gül ya da arınç) olması yönünde ısrarlıydı.
daha önce akp’nin milli görüş gömleğinden sıyrıl(a)mamış en önemli ismi olarak bildiğimiz bülent arınç bir anda hiç görmediğimiz kadar değişik davranışlar sergiliyordu. f tipi cezaevlerini eleştirerek adalet bakanı cemil çiçek’le polemiğe girerek belki de bize bir şeyler anlatmaya çalışıyordu. mit’ten brifing alarak derin devlete de selam çakmayı unutmuyordu. manisa’daki avukatlık kariyerinden meclis başkanlığına kadar gelen arınç’ın aklının bir kıyısında şüphesiz ki cumhurbaşkanlığı durmaktaydı.
öte yandan erdoğan 14 nisan’da ankara’da yapılacak cumhuriyet mitinginde önemli bir kalabalık beklemediğini, kaldı ki kendileri için önemli olanın miting değil meclis olduğunu söylemekte, seçimlerin erkene alınmayacağını dile getirmekteydi.
6 nisan’da gruplar halinde partisinin milletvekilleriyle görüşmeye başlayan erdoğan partide hakim havanın ne olduğu konusunda emin olmaya çalışıyordu. milletvekillerinin tavrı netti: “kararı siz verin, biz uyarız. öncelikle sizin hakkınız. siz olmazsanız abdullah bey olmalı. ikinizin dışında bir isim parti içinde sıkıntı olabilir.” kararın erdoğan’ın iki dudağının arasında olduğu milletvekillerince de tescillenmişti. son kararın hala 18 nisan’daki merkez karar yürütme kurulu’nda verileceği söyleniyordu.
bu dönemde yapılan tek anket akp içindeki nabız yoklaması anketi değildi. 7 nisan’da anadolu ajansı’nın abonelerine dağıtıp sonra geri çektiği/geri çekmek zorunda bırakıldığı bir başka ankette hayli ilginç sonuçlar vardı. 27 ilde 8 bin 350 kişinin katıldığı araştırmada, görüşülenlerin yüzde 58.1’inin cumhurbaşkanını halkın seçmesi gerektiği yolunda fikir beyan ettiği bildirildi. yüzde 20.4’ü yeni bir meclisin, yüzde 16.3’ü ise mevcut meclisin cumhurbaşkanını seçmesini istedi. demek ki “meclis’in kararı milletin kararı” değildi.

tüm bu gelişmeler yaşanırken eski yargıtay cumhuriyet başsavcısı sabih kanadoğlu’nun gündeme getirdiği bir iddia ise tartışmalara yepyeni bir boyut katmıştı. kanadoğlu anayasanın 102. maddesine dayanarak cumhurbaşkanlığı seçiminde salonda milletvekillerinin 2/3 lük kısmının bulunmasının şart olduğunu öne sürüyor, aksi takdirde 2.tur oylamanın yapılamayacağını iddia ediyordu. iddia anayasa hukukçuları arasında büyük bir tartışma başlatmıştı. kimisi iddianın ideolojik bir zorlama olduğunu düşünüyor, kimisi ise kanadoğlu’nun iddiasının doğru olduğu değerlendirmesinde bulunuyordu. iddiaları değerlendiren ve oturumu yönetecek olan meclis başkanı bülent arınç toplantı yeter sayısının 184 olduğunu söylüyor ve 184 milletvekilinin mecliste bulunması durumunda oturumu açacağını ilan ediyordu. arınç anayasa mahkemesi’nin iddiaların doğruluğunu reddedeceğinden emindi: “anayasa mahkemesi'nden öyle bir karar çıkacak ki, 'iyi ki anayasa mahkemesi var' diyeceğiz. türkiye'nin bir kaosa girmemesi için anayasa mahkemesi muhteşem bir karar verecek. spekülasyonları taçlandıracaktır.” anayasa mahkemesi’nin spekülasyonları taçlandırması garip bir tabirdi.
o ana kadar çaresizlik içinde bulunan ana muhalefet lideri deniz baykal da hemen parti içindeki hukukçulardan oluşan bir komisyon oluşturarak bu iddianın araştırılmasını istedi. merkez solun diğer büyük partisi dsp ise 8 nisan’da sıhhiye meydanı’nda büyük bir miting düzenleyerek akp’nin cumhurbaşkanı atamasına karşı çıkıyor ancak bir yandan da bu mitingi düzenleyerek 14 nisan’daki büyük mitinge bir darbe vuruyor, en azından bu mitingin böyle bir etkisinin olacağı düşünülüyordu.

kuşkusuz ki daha önceki seçimlerde olduğu gibi bu cumhurbaşkanlığı seçiminde de asker önemli bir etmendi. 13 nisan’da genelkurmay başkanı büyükanıt cumhurbaşkanı’nın “cumhuriyet değerlerine sözde değil özde bağlı” bir isim olması gerektiğini açıkladı ve gerekçesini “başkomutan tsk için önemlidir” olarak beyan etti. 27 nisan’daki e-muhtıra gibi bu açıklamanın da büyük mitinglerden bir gün öncesine denk gelmesi de hayli ilginç(!)ti.

ve 14 nisan... haftalardır beklenen büyük gün gelmişti. herkes mitingte kaç kişinin toplanacağını merak ediyor, bülent arınç gibi kimi akp’liler ise yüksek sesle mitingte provokasyonlar yaşanabileceğini iddia ederek halkı mitinge katılmamaya ikna etme uğraşına giriyordu. oysa bu beklentiler boşa çıktı ve miting olaysız bir şekilde geçti. mitinge katılan yüz binler tek sesten “türkiye laiktir laik kalacak” diye haykırarak akp iktidarına önemli bir mesaj verdi. ankara cumhuriyet tarihinin en büyük mitinglerinden birine ev sahipliği yaptı ve türkiye tarihi günlerinden birini yaşadı. mitingteki kişi sayısı hakkındaki spekülasyonlar ve medyanın duyarsızlığı konusundaki eleştiriler çokça konuşulsa da mesaj açık ve netti, “çankaya yolları şeriata kapalı”ydı.
akp cephesi her ne kadar “önemli olan miting değil meclis” dese de daha önce “partimiz erdoğan isminde mutabıktır” diyen abdülatif şener 15 nisan’da ağız değiştirmişti. bu defa “cumhurbaşkanı adayımızın kim olacağını ben de bilmiyorum, mitingte verilen mesajı iyi düşünmeliyiz”diyordu. oysa daha önce yapılan açıklamalara göre adayın 18 nisan’da ilan edileceği söylenmişti, 16 nisan’da yani bir gün sonra da seçim süreci başlıyordu. demek ki miting en azından akp içindeki nispeten ılımlı isimleri etkilemişti.
16 nisan’da erdoğan “cumhurbaşkanı olsan ne yazar, başbakan olsan ne yazar, sonuçta ölünce gömüleceğin yer 2 metreküp bir alan” şeklinde ilginç bir açıklama yapıyor ve önceki açıklamalarının aksine aday olmayacağı yönünde sinyaller veriyordu.
aynı günlerde bülent arınç cumhurbaşkanlığı için kriterlerini sıralayarak “sivil, dindar ve demokrat bir cumhurbaşkanı seçeceğiz” diyordu. bu açıklama üstüne büyük tepkiler gelince ibre bir daha arınç’ı göstermemek üzere değişiyordu.
18 nisan’da mitingle ilgili sert konuşan erdoğan “milyon da çok basite indi. aynen bizim o altı sıfırı attığımız banknottaki milyonlar gibi. ne kadar uçuk! yani bunlar bir alanın yüzölçümünden de bihaber. biz bu işin kompetanıyız. ömrümüz ölçüp biçmekle geçti. karadeniz sahil yolu'nun açılışına gelip bir de onu fotoğraflayıp koysaydılar, neyin ne olduğunu gayet iyi görürlerdi. 81 vilayetten bindirilmiş kıtalar değil. milletimiz bunu yutmuyor, yutmaz. çünkü bindirilmiş kıtalar farklıdır, gerçekten inanmış, gönlünü koymuş insanlarla bu işi yapmak başkadır” diyerek mitingi sert bir dille eleştiriyordu. belli ki toplanan kalabalığı içine sindirememişti. ancak belli ki miting bir şeyleri değiştirmişti. ertesi gün “öyle bir aday göstereceğiz ki millet bunlar gerçekten hizmet için varmış” şeklinde bir açıklama yaptı. artık adaylıktan vazgeçmişti. bu kararında belki de baykal’ın cumhurbaşkanlığı makamında dokunulmazlık zırhının olmadığı hatırlatması da etkili olmuştu.

günler geçtikçe hem ülkede hem de akp içinde huzursuzluk artıyordu. seçim sürecinin başlamasına rağmen partisinin hala adayını belirlememesine isyan eden akp milletvekili ersönmez yarbay bu kararsızlığa tepki olarak cumhurbaşkanlığına adaylığını açıkladı. yarbay konu hakkında verdiği demeçte partisindeki tek adam hakimiyetini eleştiriyordu: “mkyk, aday belirlemesi gerekirken, bu yetkisini genel başkan'a devretti. daha önce milletvekili ve belediye başkanı adayları belirlenirken de aynı şeyi yapmıştı. o zaman mkyk'ya ne gerek var? mkyk, merkez danışma organı gibi çalışıyor. bu da türkiye'de 'tek akıllı', 'tek adam' gidişini gösterir ki, bu son derece yanlıştır. aslında, mkyk'nın bu tavrından sonra adaylık başvurusunda bulunmaya karar verdim. tbmm'nin fonksiyonlarını ön plana çıkarmak ve milletvekili iradesinin olduğunu göstermek için bu başvuruyu yaptım.”

24 nisan’da son görüşmeler yapıldı ve aday sonunda açıklandı: “abdullah gül”

köşk’e erdoğan’ın değil gül’ün aday olması da muhalefeti ikna etmedi. chp ile görüşen gül beklendiği gibi olumlu yanıt alamadı. milliyet’e verdiği röportajda “cumhuriyet değerlerine sözde değil özde bağlıyım diyen” abdullah gül’e yalanlama yine kendisinden geldi. hem de tam 12 yıl önce the guardian’a verdiği röportajla: “ this is the end of the republican period... ıf 60 per cent of ankara's population is living in schacs than the secular system is failed and we definitely want to change it.” abdullah gül 1995 yılında ingiltere’nin saygın gazetelerinden the guardian’a verdiği röportajda açıkça laik sistemin başarısız olduğunu ve cumhuriyet döneminin sonunun geldiğini ifade ediyordu.

27 nisan’da, tam da istanbul’da düzenlenecek cumhuriyet mitinginden bir gün önce askerden bir e-muhtıra geldi. muhtırada çok sert bir dil kullanılıyor ve özetle “ cumhuriyetin temel değerleri aşındırılmaktadır. tsk endişeyle izlediği bu durum karşısında laikliğin kesin savunucusudur ve taraftır, gerektiğinde tavrını koyar” deniliyordu. bu türk demokrasisi açısından çok olumsuz bir tabloydu. bir önceki “sözde değil özde bağlı” açıklaması gibi bu açıklamanın da mitingten bir gün önce yapılması kafalarda soru işaretleri yaratmaktaydı.

28 nisan’da bu defa istanbul çağlayan meydanı’nda yüz binler yine cumhuriyete ve cumhuriyet değerlerine bağlılık mesajları veriliyordu. ilk mitingten farklı olarak burada daha fazla demokrasi mesajı verildi ve “ne şeriat ne darbe tam demokratik türkiye” pankartları dikkat çekti. halk aynen 1931 atatürk’ün istediği gibi cumhurbaşkanlığı seçiminin genel seçimlerden sonra yapılmasını, görev süresinin sonuna gelen bu meclisin cumhurbaşkanı seçemeyeceğini ileri sürüyordu. bulutsuzluk özlemi sahnede acil demokrasi istediğini söylerken konuşmacılar da seçim barajının düşürülerek demokrasinin geliştirilmesini istiyorlardı. bu mitingten hem akp’nin hem de tsk’nın çıkaracağı pek çok ders vardı.

hükümet ise ordu ile gerginliğin tırmanmasının kendilerini mağdur duruma düşürerek oylarını artırmalarını sağlayacağını düşünmüş olacak ki adalet bakanı ve hükümet sözcüsü cemil çiçek aracılığıyla tsk’ya sert bir yanıt verdi. çiçek tsk’nın başbakanlığa bağlı bir kurum olduğunu belirterek hükümete karşı açıklama yapmasının demokratik bir hukuk devletinde kabul edilemez bir durum olduğunu dile getirdi.

sonunda cumhurbaşkanlığı seçiminin ilk turunun yapılacağı gün gelmişti. taraflar mücadeleye hazırdı. akp meclisteki diğer partilerin de milletvekillerini ikna ederek 367 sayısına ulaşmaya çalıştıysa da 361’de kaldı ve amacına ulaşamadı. chp bu durumu anayasa mahkemesine götürdü ve oylamanın yeter sayısı olan 367 sağlanamadan yapıldığını gerekçe göstererek dava açtı.
anayasa mahkemesi uzun zamandır tartışılan bu durum için oylamada yeter sayısının 367 olduğuna 9’a 2’lik oy çokluğu ile karar verdi ve ilk tur oylamasını iptal etti.

şu anda durum gerçekten karışık. akp gül’ün adaylığı konusunda ısrarcı görünse ve yeni bir oylama için tarih belirlense de 367 olan toplantı yeter sayısını sağlayabilmeleri zor. bu nedenle ufukta yine bir erken seçim görünüyor ve yeni cumhurbaşkanını da muhtemelen yeni meclisin seçmesi bekleniyor. ancak akp’nin anap’la süren pazarlığının sürpriz gelişmelere de gebe olabileceği açık.

ilerleyen günlerde ne olur bilemeyiz, ancak nisan başından beri her gün değişen dengeler sonuçta durumu bu noktaya getirdi. içinde bulunduğumuz durum kimilerine göre türk demokrasisi açısından utanç verici, kimilerine göre ise laik cumhuriyetin korunması açısından sevindirici. ancak kesin olan bir şey var ki o da tarihi sonuçları olacak tarihi günler yaşadığımız.

tüm haberler için kaynak; http://www.milliyet.com.tr

2 Mayıs 2007 Çarşamba

chp


bir zamanlar izmir’in dağlarında çiçekler açardı. güzel günlerdi onlar. işgal kuvvetleri yurttan çıkarılmış, emperyalizm yenilmiş, devrim kapıda beklemekteydi.

hikayenin öncesi malum, mustafa kemal, devrimler ve güzel günler. ancak güzel bir tarih geleceğe güvenle bakılmasını sağlar dense de gelecek her zaman güzel olmuyor şüphesiz.

konumuz yaklaşan seçim sürecinde cumhuriyet halk partisi. adından da anlaşılacağı üzere cumhuriyetin ve halkın partisi. partinin bugünkü siyasal duruşu ve geleceğine yönelik beklentiler.

öncelikli olarak belirtmekte yarar gördüğüm bir nokta var: her ne olursa olsun chp’nin bir siyasal parti olarak cumhuriyet tarihinin en önemli partilerinden biri belki de en önemlisi olduğudur. devlet kuran ve devrim yapan parti olarak önemli bir siyasi geçmişe sahip olması bugün onu hala beklenti içinde izleyen milyonlarca insan bulunmasının yegane nedenidir.
tabii ki birtakım farazi düşüncelere dayanarak konuşmak her zaman doğru olmaz ancak takdir edersiniz ki bu kadar köklü bir geçmişi olan bir parti hakkında onu geçmişinden soyutlayarak yorum yapmak da mümkün değildir. hele günümüz koşullarında sizin de etrafınızda çokça duyabileceğiniz gibi “chp’ye sadece atatürk’ün partisi olduğu için oy veren” insanları gördükçe bu kanıya ulaşmamak elde değil. partiye oy verenlerin büyük bir kısmının bunun sebebini partinin atatürk’ün partisi olması olarak açıklamaları, bir başka yine oldukça büyük bir kesiminse “başka alternatifleri olmadığı gerekçesiyle” bu yönde bir karar vermeleri partinin kadrosunda, politikalarında ya da her ikisinde de sorunlar olduğunu gözler önüne sermektedir.

bir sorun olduğuna karar verdiysek, bu sorunun nedenleri üzerinde düşünmeye başlayalım.

kanımca chp’yi seçmenden uzaklaştıran iki temel neden vardır.

bunlardan ilki parti kadrosunun halkın artık oy vermek istemediği eski yüzlerden oluşması ve partinin liderinin pekçok insana antipatik görünmesidir. deniz baykal’ın 1973’te başlayan bakanlık döneminden itibaren 34 yıldır parti içinde kendi iktidarını sağlayan ve bu iktidarı sağlamlaştıran çok güçlü ve egemen bir yapı kurması özellikle tabanda partiye zarar vermektedir. duyduğum ve yaşadığım pek çok tecrübeyle de sabittir ki deniz baykal iktidarı için kurduğu hizbi ilçe teşkilatları düzeyine kadar indirmiştir. ilçe teşkilatları düzeyinde bile parti içi muhalefete tahammül gösterememektedir ve bu partide görev almak isteyen önemli bir taban oyunu kaybetmesine yol açmaktadır.
öte yandan parti işleri ile ilgisi olmayan, siyasetle ilişkisi günlük yaşamdaki yansımaları ve oy kullanmak kadarıyla olan geniş halk kesimleri de baykal’ın muhalefet anlayışında yapıcı bir öğe görememekte, bu nedenle partiye oy vermemektedirler. gerçekten de baykal’ın bugüne kadar mevcut iktidarın uyguladığı/uygulamak istediği icraatlar konusunda karşı çıkmak dışında bir söylemde bulunduğu, alternatif bir proje ya da söylem geliştirdiği görülmemiştir. baykal için statükocu sıfatı kullananların bu bakımdan haklı olduğunu düşünüyorum.
ancak tüm bunlara rağmen chp içinde türkiye’nin yetiştirdiği değerli insanların da bulunduğunu belirtmemek yanlış olur. ilk akla gelenler arasında her biri kendi alanlarında yetkin ve oldukça tecrübeli olan dış politika alanında onur öymen, sağlık alanında prof. dr. mehmet neşşar, eğitim alanında da mustafa gazalcı gibi isimler önemli isimlerdir.

chp’yi seçmenden uzaklaştıran bir başka önemli unsurun da savunduğu politikalar olduğunu belirtmiştim. şimdi bu konu üzerinde duralım:
cumhuriyet halk partisi 20’li ve 30’lu yıllardaki atatürk dönemi halkçılık politikalarını ile 70’li yıllarda ecevit döneminde sendikal harekete verdiği desteği ve gerçekleştirdiği halkçı atılımları saymazsak genellikle şehirli aydın kesimin partisi olmuştur. geliştirdiği politikaları da öteden beri bu kesime yönelik olarak geliştirmektedir.
bugün de baktığımızda chp politikalarında bu kesime yönelik vurguları rahatça görebiliriz. bunların başlıcaları; şeriata karşı laikliği savunurken bir yandan da çeşitli islam bilginleri tarafından dönem dönem gündeme getirilen ve modern islam anlayışı olarak tabir edilen anlayışın yanında yer almak, ümmetçilik politikalarına karşı ulus-devlet anlayışına sahip çıkmak, öte yandan da özellikle aydın kesime yönelik olarak atatürk döneminde damarlarına giren antiemperyalist ve sermayeyi karşısına alamayacak ancak sermaye karşıtı oyları kendisinde toplayacak kadar sermaye karşıtı bir söylem.

bütün bu özellikler bende olumsuz bir intiba oluşturmuyor. aksine desteklenmesi gereken pek çok tarafının olduğunu düşünüyorum. ancak bu noktada bir sorunla karşı karşıyayız. o da şu: gayet tabii tüm bu politikaların üstüne “atatürk’ün partisi” söylemi de eklenirse orta sınıfın partisi olunabilir, %15 civarında bir oyla her daim mecliste bir grup kurulabilir hatta koalisyon ortağı da olunabilir. ki şu anda chp’nin yaptığı da budur. lakin madem ki chp atatürk’ün partisidir ve kendini solun merkezi olarak görmektedir, layıkı bu mudur?
bence bu değildir, bu olmamalıdır. chp türkiye’de solu iktidara getirmek misyonunu sahiplenmeli ve müebbet muhalefet olarak kalmak yerine bu uğurda mücadele ettiğini insanlara göstermelidir. bu da ancak yeni açılımlarla olur. çünkü halihazırda zaten şehirli aydın kesimin önemli bir kısmının oylarını almaktadır ve bu kesime hitap etmeye devam ederek oylarını artırmasının pek de olanaklı olmadığı görülmektedir.
chp’nin açılımı gerçekten cumhuriyet “halk” partisi ise gerçekten halkın partisi olmalıdır. bir an önce emekçilerin isteklerini dile getirmeli, halkın sesi halkın partisi olmalıdır. halkın sesi olmak ne demektir?

-chp o kahreden ve kahrolası elitizminden sıyrılmalıdır.

-chp’nin yönetim biçimi monarşi değil demokrasi olmalıdır.

-chp kendisine küsmüş olan sol seçmenle yeniden bir barış yapmalı, bu insanların partide aktif olarak çalışmasına olanak tanımalıdır. özellikle partiye küs olan kürt ve alevi kökenli insanların partiye geri dönmeleri için gerekli çalışmaları yapmalıdır.

-chp halkın arasına karışarak halkın ne istediğini sormalı, söylemlerini sadece laiklik vurgusu üstünden değil, halkın istekleri üstünden de geliştirmelidir. chp halkın tek derdinin laiklik olmadığını, ekonomi ve özellikle istihdam konusunda ciddi sorunlar yaşandığını görmeli, bu sorunlara çözüm önerileri getirmelidir.

-chp avrupa birliği hayalinden vazgeçmeli, tüm bunların bir kandırmacadan ibaret olduğunu görerek her an türkiye’nin üstünde duran demokles’in kılıcını batılılara iade etmelidir.

-chp antiemperyalist söylemlerini artırmalı, bölgedeki amerikan varlğına karşı çıkarak ortadoğu halklarının haklarını savunmalıdır.

-chp doğuda bitmeyen terör sorununu görmeli, gereğini yapmalıdır. sadece hamasi nutuklar atarak bir yere varılamayacağını anlamalıdır. yöre halkı ile pkk’nın arasındaki çizgiyi iyi çekmeli; pkk’ya en ağır bir şekilde karşılık verirken, kürt kökenli vatandaşlarımızla türkiye cumhuriyetini barıştırmalıdır. doğu’da onyıllardır devam eden geri kalmışlığı ve eğitimsizliği gidererek bölgede sonsuza dek sürecek bir kardeşlik ortamı yaratmalıdır.

bu ve bunun gibi uygulamalar halkı chp ile barıştıracak uygulamalar olacaktır.

günümüzdeki haliyle chp; akp ne kadar adaletin ve kalkınmanın partisiyse, ancak o kadar halkın partisidir.

attila ilhan


bir ömür kolay geçmiyor. hele türkiye’de yaşıyorsanız, hele bir de en olmadık zamanda devrimci olduysanız.

büyük ustanın da tarih sayfasına düşmesi ilk olarak böyle olur. tutar sevdiği kıza bir nazım hikmet şiiri yollar bir mektubunda. çocuk aklı belki, nereden bilsin nazım’ın suçlu nazım şiirlerinin de suç olduğunu o yıllarda. ya da devrimci bir kararlılıktır belki de. bilemeyiz. ancak böyle yazılır ustanın tarihe mal olacak hayat hikayesinin başlangıcı. üç hafta göz hapsinde tutarlar, iki ay da hapiste yatırırlar ustayı. bu da bir eğitim olmuştur belli ki hayatında. halkını bu denli tanımasının nedenlerinden biri de bu mahpusluktur belki. 1948’de ilk şiir kitabı duvar’ı çıkardığında belli ki yaşadıklarının izi kalmıştı aklında.


ya biz idam duvarıyız karşımızda çok insan öldürdüler
onlar hep döküldü biz hep ayakta kaldık
temelimiz kanla beslendi ama nedense uzamadık

hayatındaki bir başka önemli olay fransa’ya, paris’e gitmesi ve orada yaşadıklarıydı. bunu hem o dönem yazdığı şiirlerden hem de siyasal fikirlerinin ulusal sol anlayışa doğru evrilmesinden anlayabiliriz. enternasyonalizm fikrinden ezilen uluslar bilincine ulaşmasında fransa’da geçirdiği yılların önemli bir etkisi olmuştu. bunu kendi diliyle şöyle anlatıyor usta:

“...fransız komünist partisi’nin içerisinde bir zenci hanım tanıdım. hekim olmak üzereydi, o zamanın şartları içerisinde beni çok şaşırtan bir hâli vardı. paris’in göbeğinde kafasını kazıyarak dolaşırdı ve her sabah kazırdı o kafayı. dallı güllü acayip entariler giyerdi. ve mısır sapından yapılmış bir pipo içerdi, memleketinin piposu. sonra tanıştık. komünist, ama fransa’ya düşman. ilk defa böyle bir şeyle karşılaşmıştım. komünistler enternasyonalist olurlar, böyle bir şey olur mu? hayır düşman… “niye?” diye sorduğum zaman şu cevabı verdi: “bizim okuduğumuz tarih kitaplarından biz nasıl öğreniriz biliyor musunuz tarihi? ecdâdımız olan galyalılar uzun boylu, mavi gözlü adamlardı.” siz olsanız ne yapardınız? o zaman birdenbire uyandım: bunların memleketlerinde halka hakâret eden, onu aşağılayan ve hor gören birtakım aydınlar var. bizdeki aydınlar da onlara benziyordu. hâlbuki biz kurtuluş savaşı yapmış ve onları yenmiştik. “burada büyük bir yanlışlık var” dedim.”

burada büyük bir yanlışlık vardı. fransa’da geçirdiği dönemde kendisini enternasyonalist olarak tanımlayan fransız komünist partisi içinde bile zencilere yapılan ugulamalar karşısında tepki vermemesi olanaksızdı. bu durum onda batının ikiyüzlülüğü hakkında önemli fikirler oluşturmuştu ki bu durumun ilerleyen yıllarda ulusal sola yaptığı katkıların da başlangıç noktasını oluşturduğunu söyleyebiliriz.

kolay geçmiyor dedik ya ömür, adı çıkmış bir kere komünist diye. bırakırlar mı yakasını. 1951’de bu defa da gazetede çıkan bir yazısından dolayı hakkında kovuşturma başlatılıyor. kovuşturmadan bir sonuç çıkmıyor ama o da soluğu tekrar paris’te alıyor. bir süre paris’te kalıyor ve burada marksist yayınlar okuyarak düşünce dünyasını genişletiyor. fransa’dan memleketine dönmeye birgün yolda yürüken fransızca düşünmeye ve kafasında fransızca şiirler yazmaya başladığını farkedince karar veriyor. tekrar yurda döndüğünde bir süre yarıda kalan hukuk eğitimine devam ettikten sonra gazetecilik, yazarlık, senaristlik derken pek çok alanda uğraş verdiyse de adını yine en çok şiirle duyuruyor. yıllar içinde yazdığı nice dize okuyucularının aklında ve dilinde yer ediyor. onu okuyanlar kimi zaman üçüncü şahsın şiirinde kendini buluyor, kimi zamansa kimi sevsem sensin diyor unutamadığı aşklarını anımsayarak.

attila ilhan her ne kadar daha çok yazdığı aşk şiirleri ile tanımlansa da aslında çok yönlü bir düşün insanıydı. siyaset, dil ve kültür üzerine değerli düşünceleri olan bir aydındı.

türkiye’de ulusal bir kültürünün oluşması yolundaki çabalarını ve bu konudaki düşüncelerini ulusal kültür savaşı adlı eserinde işlemişti.

dil konusunda pek çok sol kökenli aydından farklı olarak öztürkçe’ye şiddetle karşıydı. dilimizde bulunan arapça ya da farsça kökenli kelimeleri türkçe’nin bir zenginliği olarak görüyor ve yüzyılların getirdiği bu birikimi bir bakıma imparatorluk döneminin mirası olarak görüyordu. attila ilhan’a göre türkçe bir imparatorluk diliydi, bu nedenle türkçeye arapça ve farsçadan giren kelimeler imparatorluk döneminin bir sonucu olarak dilimize mal olmuştu. bu denli dilimize mal olmuş kelimeleri söküp atmaya çalışmak son derece zararlı bir çabaydı ve dili yavanlaştırmaya yönelik bir hareketti.
bu konu ile ilgili olarak atatürk’ün görüşlerinin yanlış yansıtıldığını, mustafa kemal’in cumhuriyetin ilk dönemlerinde bu yönde yapılan çalışmaların yanlış olduğunu sonradan anlayarak geri adım attığını belirtmekteydi. ona göre bu geri adımdan sonra vazgeçilen çalışmalar atatürk’ün ölümüyle birlikte yeniden başlamış, ismet inönü-hasan ali yücel ikilisi dili özleştirmeye çalışarak türkçe’yi fakirleştirmişlerdi.

siyaset üzerine yazdığı yazılar ise özellikle yaşamının son yıllarında geniş halk kitleleri tarafından ilgiyle takip edilmiş ve pek çok kesimde olumlu ya da olumsuz ancak büyük bir tepkiyle karşılanmıştır.
attila ilhan büyük bir mustafa kemal hayranı olmasına karşın ismet paşa konusunda çok sert eleştirilerde bulunan bir aydındır. ona göre mustafa kemal tarihte eşine az rastlanır bir devrimci iken, ismet paşa ancak ileri bir bir tanzimatçı idi. ismet paşa tek parti döneminde, atatürk’ün son yıllarındaki hasta dönemi de dahil olmak üzere, ülkeyi zorbalıkla yönetmişti. hele türkiye işçi partisi’nin kurulmasının ardından chp’yi “ortanın solu” olarak tanımlaması türkiye’de demokrasinin sakat doğmasına yol açmıştı. çünkü chp’yi ortanın soluna yerleştirmek tip’i aşırı sola itmek anlamına gelirdi ki bu da türk soluna vurulan en büyük darbeydi.
attila ilhan’ın sol anlayışındaki önemli kişilerden biri de sultan galiyev’dir. ilk defa sultan galiyev’in ortaya attığı “tek ülkede sosyalizm” fikrini benimsemişti. ona göre galiyev mustafa kemal ile birlikte doğu halklarının iki büyük kahramanından biridir ve bugün onların hayaletleri hala avrasya üzerinde dolaşmaktadır. bu iki kahraman gelecekte kurulacak bölgesel işbirliğinin tarihi figürleri olacaktır.
attila ilhan’a göre sovyetler birliği sosyalizm açısından önemli bir tecrübe olarak görülebilirse de aslında çarlık rusya’sının ve rus emperyalizminin devamından çok da farklı değildi. ancak soğuk savaş sonrası rusya’sı ile bölgede kurulacak bir işbirliğine olumlu bakmaktaydı ve bu anlamda aleksandr dugin’in görüşlerini önemsiyordu. orta asya cumhuriyetleri ile ilişkilerin de önemli olduğunu düşünüyor, türkiye’nin bölge ile bağlarını ekonomik açıdan olduğu kadar kültürel açıdan da geliştirmesi gerektiğini düşünüyordu.

attila ilhan okuyucularıyla sıkı bağları olan bir yazardı. vefatından kısa bir zaman önce okuyucularından izin isteyerek cumhuriyet’teki yazılarına son vermişti:

"bilmem söylemiş miydim, benim sicilimde bir enfarktüs sabıkası vardır; geçtiğimiz yayın döneminde, "hekimlere bakarsan, aşırı çalışmadan bazı arazı nüksetti, gazeteye mümkün mertebe aksettirmeden, iki defa 'yoğun bakım'da kızağa çekildim.
yeni yayın dönemine başlamadan, görüşlerine başvurduğum dört farklı hekimin dördü de, üzerimdeki yükü hafifletmemin bir sağlık mecburiyeti olduğunu belirtti; dediklerine göre, iki yayınevi, bir gazete ve bir televizyondaki yoğun çalışmayı kaldıramazmışım.
cumhuriyet’teki yıllarım, meslek hayatımın en hareketli, en renkli, en bereketli yılları oldu. her şey -bilhassa tahammülünüz ve sabrınız- için hepinize teşekkür ederim
."

büyük usta artık yorgun ve hastaydı. ve her ölümlü gibi birgün aramızdan ayrıldı. an geldi ve attila ilhan öldü.

ama arkasında onlarca kitap, yüzlerce deneme, sevenlerine hüzün ve ama daha önemlisi adını kendisinin koyduğu o meşhur dip dalgasını bıraktı.

hayat zamanda iz bırakmaz
bir boşluğa düşersin bir boşluktan
birikip yeniden sıçramak için
elde var hüzün

türk-amerikan ilişkileri


türk- amerikan ilişkilerinde hassas bir dönemden geçiyoruz.

bu yıl ve önümüzdeki birkaç yıl içinde türk-amerikan ilişkileri bir daha asla düzelmemek üzere bozulabilir. eski dünya yıkılıp, yeni bir dünya kurulabilir ve türkiye bu yeni dünyada abd'nin yanında yer almamayı pekala düşünebilir. sol görüşlü her insan gibi bu durumu olumlu karşılamamak elimde değil. tabii ki ülkemin bu büyük değişimde en az yarayı alarak güçlü çıkması dileğiyle birlikte.

peki durum neden bu hale geldi?

konunun en başında kalın harflerle vurgulanması gereken bir yer var, o da şu: sovyetler birliği'nin yıkılmasının ardından dünya'daki dengeler alt üst oldu. eskiden oluşan cepheler ani bir şekilde dağıldı ve bundan yararlanmak isteyen ülkeler ve çok uluslu şirketler için yepyeni fırsatlar doğdu.

`putin` döneminde uygulanan her türlü korumacılık politikasına rağmen `rusya` pazarı yabancılara açıldı ve bu pazar kapitalizmin pazar arayışları için yepyeni ve bakir bir alan oluşturdu. keza çin de uyguladığı sözde sosyalist ekonomi ve `sosyal piyasa ekonomisi` ile yine sermayenin gözdesi ülkelerden biri haline geldi. küreselleşme denen kavram tüm dünyaya hakim olmaya başlamıştı ve sermayenin de küreselleşmesi sonucu artık kimsenin kesin bir düşmanı yoktu. eski dünyanın düşmanları artık birbiriyle ticaret tapıyordu çünkü artık "saf" kalmamıştı. uzun uzadıya anlatılması gereken küreselleşmenin ekonomik boyutunu bir başka yazıya bırakarak, dünya siyasetine ve türk-amerikan ilişkilerine getirdiklerine geri dönelim.

dünyanın çok kutupluluktan tek kutupluluğa geçişi abd için de yeni ufuklar demekti. bu amaçla abd o bilindik emperyalist politikalarını uygulamak için dünya haritasını önüne açtı ve hedeflerini belirledi. hedef petrol, aynı zamanda ortadoğu ve asya'da egemenlik kuracak bir yapı oluşturmaktı. bu amaçla kendisine karşı koyacak bir güç olmadığını da bildiği için harekete geçmesi oldukça kolay oldu. kızıl düşman sovyetler'in yerine yeşil düşman el kaide yaratıldı ve dünya haritasından özenle seçilen bölgelerin işgali için kendilerince meşru nedenler ortaya atıldı.

önce afganistan, taliban'ın dolayısıyla el kaide'nin yuvalarını temizleyip dünyaya barış getirmek gibi bir bahaneyle birleşmiş milletler'in ve -ne yazık ki- bm üyesi türkiye'nin de destek verdiği bir operasyonla işgal edildi. amaç asya'da gelişecek olası amerikan karşıtı bir yapıya göz dağı vermek ve abd'nin bu bölgede güçlü olduğunu orta asya ülkelerine göstererek rusya'nın ikinci bir kutup oluşturma hedefini baltalamaktı.

ardından türkiye'de olumsuz etkisi çok daha fazla hissedilen yeni bir operasyon gerçekleştirildi. abd ve ingiltere saddam hüseyin'in nükleer silahlar yaptığını ve ortadoğu'da huzuru bozmak istediğini iddia ederek birleşmiş milletler'den bu duruma müdahale edilmesini istedi. ancak durum bu defa farklıydı. afganistan dağlarında taliban'a bağlı teröristler olduğunu bütün dünya biliyordu. lakin kimse saddam'ın elinde nükleer silah olduğuna inanmıyordu, çünkü daha önce uluslararası atom enerjisi ajansı'nın yaptığı araştırmalarda ırak'ta nükleer silah olduğuna dair hiçbir kanıt bulunamamıştı.
ancak abd ve ingiltere'nin ortadoğu'daki çıkarlarını güvenceye almak için bu operasyonu gerçekleştirmeleri bir zorunluluktu. nasıl orta asya dünya doğalgaz rezervlerinin en yoğun olarak bulunduğu bölgelerden biriyse ve kontrol altında tutulması bir zorunluluksa ırak ve ortadoğu da dünya petrol rezervleri için önemli bir konudaydı ve ellerinde bulunması gereken bir bölgeydi.
ırak operasyon için afganistan operasyonunun aksine birleşmiş milletler’den olumlu yanıt alamayan müttefik kuvvetler gözlerini özellikle ırak’a komşu eski dostları türkiye’ye çevirdiler.bu amaçla iktidarda bulunan akp hükümeti ile kapalı kapılar ardında pek çok görüşme yapıldı ve görüşmeler adeta bir at pazarlığı haline geldi. rakamlar havada uçuşuyor, havada uçuşan rakamlar gazete manşetlerine düşüyordu. ve sonunda anlaşma sağlandı. iktidara abd’nin icazeti ile gelen akp hükümeti için diyetini ödemenin zamanı gelmişti. 1 mart 2003 tarihinde konu tbmm’de gündeme alındı ve oylama yapıldı. ancak ortaya ilginç bir durum çıktı. meclis’te çoğunluğu ezici bir oranla elinde bulunduran akp hükümeti oylamada üstünlük sağlamıştı, yabancı haber ajansları oylamanın hemen ardından verdikleri son dakika haberlerinde türkiye’nin ırak operasyonuna destek veren bir karar aldığını yazmışlar lakin yanılmışlardı. oylama sonucunda operasyona destek veren milletvekili sayısı ret cevabı verenlerden daha fazlaydı ancak karar için gerekli üçte ikilik çoğunluğu sağlayamamışlar ve karar meclisten geçememişti. bu sonuçta düzenlenen savaş karşıtı eylemlerin, chp'nin ve özellikle akp'nin doğu kökenli milletvekillerinin büyük oranda ret oyu vermesinin payı büyüktü. bu akp için büyük bir başarısızlıktı ve ilerleyen dönemde türk-amerikan ilişkilerinin bozulmasında önemli bir rol oynadı.

ırak operasyonu gerçekleşti ve ırak müttefik kuvvetlerce pek de zor olmayan bir biçimde ele geçirildi.
ancak zorluklar işte bu noktada başlıyordu. ırak’ı yıllarca yöneten saddam bunu demir yumrukla başarmıştı, ancak demir yumruk artık bir savaş suçlusuydu ve hapisteydi. ırak saddam dönemindeki demir yumruk uygulamalarındaki halinden kurtulur kurtulmaz etnik ve dinsel bölünmeler yaşamaya başladı. sonuç olarak üç büyük grup ortaya çıktı. bunlar sünniler, şiiler ve kürtlerdi.bunun dışında türkmenler de dahil olmak üzere pek çok küçük grup da kendi hakları için mücadele etmekteydiler. ülkenin demografik yapısı ve bu yapının ırak coğrafyasına dağılımı açısından bakılacak olursa ülke kuzeyde kürtler, güneyde şiiler ve bunların arasındaki bölgede sünniler olmak üzere üçe ayrılmış şekilde gözükmekteydi. sünniler’in büyük çoğunluğu hala saddam’a bağlıydı ve direnişçilerin önemli bir kısmı bu gruptaki ıraklılardan oluşuyordu. şiiler ise saddam dönemindeki hallerine göre bugünkü nispeten rahat durumlarını düşünerek işgal kuvvetleriyle iyi geçinmekteydiler. ancak üç gruptan işgal kuvvetlerine en yakın duran ve onlara en sıkı bağlarla bağlı olan kürtler yani barzani ve talabani’ye bağlı aşiretlerdi. bu aşiretler gerek saddam dönemindeki isyanlarında gerekse operasyon sonrasında işgal kuvvetlerinden en çok destek gören ve işgal kuvvetlerine en çok destek veren grup oldular.

işte bugün türk-amerikan ilişkilerinde geldiğimiz noktada en önemli sorunu oluşturan mesele de kuzey ırak’taki kürt aşiretleridir. bu aşiretlerin önceki dönemde gizli gizli, bugünlerde ise açıktan ortaya koydukları bağımsız kürdistan fikri türkiye’yi rahatsız etmektedir. üstüne üstlük türkiye’nin güneydoğu anadolu bölgesinde son dönemde barzanicilik akımının güçlenmesi ve barzani’nin de bu bölgeyi kuzey kürdistan olarak görmesi türkiye’nin rahatsızlığını giderek artırmaktadır. bu aşiretlerin abd askerleri ile birlikte kuzey ırak’taki türk askerlerinin başına çuval geçirilmesi operasyonuna katılmaları durumun vahimliğini gözler önüne sermektedir.
bir diğer önemli sorun ise kuzey ırak’taki pkk varlığıdır. bu konuda da türkiye oldukça rahatsız bir durumdadır ve abd son dönemde kamuoyunun gözünü boyuyarak hafifletmek için birtakım göstermelik operasyonlar içine girdiyse de bu rahatsızlık devam etmekte ve türk-amerikan ilişkilerinin gerginleşmesine neden olmaktadır.
amerika’nın bölgede yeni gerilimler yaratma çabası ise bir başka önemli sorundur. son dönemde özellikle iran’la yaşanan gerilimler, iran kıta sahanlığına giren ingiliz deniz piyadelerinin iran tarafından tutuklanması, karşılıklı sözlü düellolar da dünyaya barış getirme amacında olduğunu söyleyen abd’nin samimiyetinin olmadığını göstermiştir.

bütün bunların bir sonucu olarak özellikle kuzey ırak konusundaki gerginlik türkiye’de hem devlet kademelerinde hem de halk arasında “sınır ötesi operasyon yapılmalı” fikrini güçlendirmektedir.
son olarak eski abd genelkurmay başkanı richard myers türkiye’nin kuzey ırak’a sınır ötesi operasyon yapması konusunda bilinen bir durumu yeniden dile getirmiştir ve “tsk kuzey ırak’ta abd ile karşılaşabilir” demiştir. üzerine söylenebilecek çok söz var , bunlardan biri de general myers’ın mutlaka bilmesi gereken cinsten: "tsk kuzey ırak'ta abd ile karşılaşabilirse, pekala abd'de incirlik'te tsk ile karşılaşabilir". neden olmasın?

umarım durum bu derecede ağır bir konuma gelmez ve böyle bir operasyon gerçekleşmez. ancak gerçekleşmesi durumunda da türkiye’nin göze alması gereken şeyler olduğu gibi abd’nin de göze alması gereken şeyler vardır.

general myers’ın açıklamasında dikkat çeken noktalardan bir başkası ise amerkalıların kendilerini bile inandıramadıkları lakin her fırsatta dile getirdikleri bir yalandır. general myers konuşmasının bir yerinde pkk ile mücadeleden söz ederken şöyle konuşuyor: “...zorluklardan biri, pkk’nın çok küçük olması ve dağlık bir bölgede faaliyet göstermesi - dolayısıyla peşlerinden gitmek kolay değil. bir diğer zorluk da ırak’ın egemen bir devlet olması...
"why people think americans are stupid" adlı ünlü video’yu çoğunuz izlemişsinizdir. komik bir video. ancak bence bunun bir başka versiyonu daha çekilmeli ve adına “vol 2: why americans think people are stupid” denmeli.
sahi sayın myers madem ki ırak egemen bir devlet tanklarınızla, toplarınızla, tüfeklerinizle, askerlerinizle... orada ne işiniz var?

en başya yazdığım şeyi tekrarlamakta fayda var:

türk- amerikan ilişkilerinde hassas bir dönemden geçiyoruz.

bu yıl ve önümüzdeki birkaç yıl içinde türk-amerikan ilişkileri bir daha asla düzelmemek üzere bozulabilir. eski dünya yıkılıp, yeni bir dünya kurulabilir ve türkiye bu yeni dünyada abd'nin yanında yer almamayı düşünebilir. öyleyse;

`brave new world`!!!

general myers'ın açıklamaları için; http://www.milliyet.com.tr/2007/04/07/son/sondun06.asp

solda birlik


türkiye’de uzun zamandır tartışılan, ancak 12 eylül darbesiyle iyice perçinlenen merkez partilerindeki siyasi parçalanma ülkemizin en önemli sorunlarından biridir. bu parçalanma merkez sağ ve sol seçmeni merkezden uzaklaştıran ya da siyasete küstüren en önemli etmenlerden biridir. bunun sonucu olarak merkez sağ ve merkez sol önemli ölçüde güç kaybetmekte; radikal partiler ise bir anda hayal bile edemeyecekleri kadar bir güç elde ederek türkiye’ye olumsuz deneyimler yaşatmaktadırlar.

12 eylül yönetiminin dönemin siyasi partilerini kapatması ve bu siyasi partilerin yeniden açılmasını serbest bırakması arasında geçen dönemde hem sağda hem de solda yaşanan gelişmeler sonucu merkez sağda ve merkez solda darbe öncesinin aksine birer büyük parti değil irili ufaklı onlarca parti ortaya çıktı. merkez sağda darbe öncesinin tek ve güçlü partisi olan adalet partisi yerine oturan anap ve adalet partisinin gerçek varisi olarak kurulan dyp merkez sağ oyları ikiye böldü. solda ise darbe sonrasında kurulan sodep ve hp'nin birleşmesiyle oluşan shp, ardından bülent ecevit’in siyasal yasaklı olduğu dönemde eşi rahşan ecevit tarafından kurulan dsp ve daha sonra yeniden kurulan chp ile birlikte seçmenin karşısına üç büyük merkez sol parti çıktı. bir dönem shp ile chp’nin birleşmesi bu bölünmeyi bir nebze de olsa azaltmışsa da bu birleşme sonucu yaşanan oy kaybı hayal kırıklığı yaşatmıştır. kısa bir sürenin ardından shp’nin yeniden kurulması merkez sol oyların tekrar üç parçaya bölünmesine yol açmıştır.

merkezde yaşanan bu bölünmeler ve hayal kırıklıkları seçmenlerin radikal partilere kaymasına yol açtı ve türkiye 28 şubat 1997’de demokrasi açısından talihsiz bir yarı darbe yaşamak zorunda kaldı.

özellikle yıllarca geniş halk yığınları tarafından önemli bir umut olarak görülen merkez solun kendi içindeki parçalanma yıllar geçtikçe merkez sol seçmeni kararsızlığa itti ve umutların azalmasına yol açtı. bunun bir sonucu olarak da merkez sol seçmenin önemli bir bölümü sandığa gitmeyerek tepkisini ortaya koydu. analistler merkez soldaki olası bir bütünleşmenin tabanda yeni bir umudu yeşerteceğine dair yorumlar yaparken, solda bu umudu gerçeğe dönüştürmek için kimi içten kimi göstermelik birçok çaba oldu.

peki “solda birlik” çabaları bugün ne durumda?

seçimlere 1 yıldan daha az bir zaman kala hem meclis içindeki hem de meclis dışındaki partiler yavaş yavaş seçim hazırlıklarına başlıyorlar. bu noktada özellikle merkez sol partilerin bir kısmında heyecanlı bir seçim ittifakı pazarlığı yapılıyor. ittifak için pek çok parti ve kuruluş yoğun çalışmalar yürütüyor.

bunlardan bizim için en önemlisi sanırım 10 aralık platformunun gösterdiği çabalar.
öncelikle 10 aralık platformu bilmeyenler için şunu belirtmem gerekiyor: 10 aralık platformu "solu yeniden iktidara taşımak" amacıyla disk öncülüğünde kurulmuş bir platform. platform solda birlik çalışmaları konusunda sessiz sedasız da olsa* gayet yoğun çabalar yürütüyor. öncelikle anadolu'nun pek çok şehrinde sendika, siyasi parti ve sivil toplum örgütlerinin temsilcilerinin katıldığı toplantılar düzenleyen platform, ardından solda birlik hakkındaki görüşlerini almak için merkez solun en önemli partileri olan chp, dsp ve shp yöneticileriyle görüştü.

bu görüşmeler sonucundan benim izleyebildiğim kadarıyla şöyle bir durum ortaya çıktı:

*chp "solda birlik konusunda merkez benim, bende toplanın" mesajı veriyor, ve bu tüm merkez sol siyasiler için itici bir tablo yaratıyor. bu durum özellikle chp'nin meclise girme konusunda herhangi bir kaygısının olmamasından kaynaklanıyor.

*dsp halihazırda seçimde kullanabileceği 90 trilyon civarında bir parayı kasasında bulunduruyor. ancak tek başına girdiği bir seçimde bu parayı harcamasının bir işe yaramayacağının ve meclise giremeyeceğinin bilincinde. bu nedenle ittifak çabalarını olumlu karşılıyor ve olası bir ittifakta "ben de varım" diyor.

*shp son yerel seçimlerde dehap ile yaptığı ittifak sonucu doğan yaralarını sarmaya çalışıyor ve öncelikle söylemini daha ulusal bir yörüngeye oturtma çabasında. ittifak çabalarında da en gayretli parti olarak göze çarpıyor. çünkü ne chp gibi tek başına meclise girme şansı ne de dsp gibi kasasında trilyonlar bulunuyor.

işte 10 aralık platformu'nun solda birlik çalışmaları konusunda yaptığı bu çalışmaların ve ortaya çıkan tablonun bir sonucu olarak önümüzdeki genel seçimlerde bir shp-dsp ve bunlara disk öncülüğündeki 10 aralık platformunun dışarıdan vereceği destekten oluşan bir ittifak olası görünüyor. bu da merkez sol seçmende chp'nin yanında farklı bir alternatif sunabilir ve en azından ikinci bir sol oluşumun chp'nin yanında meclise girmesini sağlayabilir.

benim düşünceme göre solda esas itibariyle merkez chp olmalıdır. ancak chp'nin solda birlik konusundaki tutumu göz önüne alındığında böyle bir ittifak daha önce chp'den umudunu kestiği için sandık başına gitmeyen merkez sol seçmende bir umut yaratacak ve belki de seçimden sonra chp'nin yanında yer alarak "solu yeniden iktidara getirmek" amacına katkıda bulunacaktır.

öte yandan oluşturulacak ittifakın seçim programındaki söylemi de en az ittifakın oluşması kadar önemlidir. ittifak türkiye’nin kanayan yaralarına ve çözüm bekleyen büyük sorunlarına nasıl bir yaklaşım gösterecektir.

-ekonomi alanında nasıl bir politika belirleyecektir? istihdam ve gelir adaletsizliğinin düzeltilmesi konusunda nasıl bir politika uygulayacaktır?
- kürt sorununa hangi perspektiften yaklaşacaktır? kürt sorununu terör sorununa mı indirgeyecek, yoksa bölgenin sosyal, kültürel ve siyasal analizini doğru bir şekilde yaparak gerçek bir çözüm için olumlu adımlar mı atacaktır?
-tüm dünyanın yavaş yavaş yaşamaya başladığı küresel ısınma felaketi konusunda tavrı ne olacaktır? kyoto protokolünü imzalamayı vaat edecek midir?
-sözde ermeni soykırımı konusunda yürütülen uluslararası propagandaya karşı nasıl bir eylem planı oluşturacaktır?
-istanbul’un yüz yüze gelmek üzere olduğu büyük deprem konusunda ne gibi çalışmalar yapacaktır?

bu ve bunun gibi onlarca önemli sorun karşısında sol ittifakın vaat ettikleri merkez sol seçmenin ittifakı yeni bir umut ışığı olarak görüp görmemesi konusunda kararını vermesini sağlayan etkenler olacaktır.

sonuç olarak umarım seçimlerden önce chp’li ya da chp’siz bir merkez sol ittifak kurulur ve ülkemiz için yeni bir umut ışığı olur.

kaynaklar:

disk başkanı süleyman çelebi’nin odtü sodem tarafından düzenlenen “türkiye’de sosyal demokrasi” panelinde yaptığı konuşma

http://www.disk.org.tr

http://www.sodev.org.tr

şizofreni

şizofreni en ağır ruh hastalıklarından biridir. aynı zamanda ruh hastalıkları arasında hakkında en çok soru işareti bulunan hastalıklardan biridir. bu nedenle olsa gerek hakkında çok yaygın bir biçimde yanlış yargılar bulunan bir hastalıktır.

neden ?

şizofreninin nedeni, hakkındaki pek çok şey gibi tam olarak aydınlatılamamakla beraber, kesin olarak söylenebilen şeyler de vardır.
öncelikle şizofreni bir beyin hastalığıdır. vücudun herhangi başka bir bölgesiyle ilgili değildir.
hastalığın nörotransmitterlerden kaynaklı olma olasılığı yüksektir. dopamin ve serotonin adlı nörotransmitterler ile ilgili sorunlar gözlenir.
bir başka olası durum genetik faktörlerdir. normalde hastalığın görülme oranı %1 civarındayken, şizofreni hastası bir ebeveyne sahip bir kişide bu oran %10’a, her iki ebeveyni de şizofreni hastası olan bir kişide ise %40’ın üstüne çıkmaktadır. aynı genetik materyale sahip tek yumurta ikizlerinden birinin şizofreni hastası olması durumunda ise diğerinin yaşamının kalan dönemi içinde şizofreniye yakalanma oranı %50’nin üstündedir. genetik faktörlerin önemlidir ancak tek yumurta ikizlerindeki oranın %100 olmaması hastalığın tamamen genetik faktörlere bağlı olmadığını da kolaylıkla gösterir.
özellikle hamileliğin erken dönemlerinde ya da doğum sırasında maruz kalınan çevre koşulları ya da travmaların da hastalığın oluşmasında rol oynayabileceği düşünülmektedir.
bilgisayarlı tomografi görüntüleri hastaların normal bir beyin yapısına sahip olmadığını, özellikle beyin ventrikülleri ile ilgili sorunları olduğunu göstermiştir.

tüm bu nedenler olasıdır. ancak bazı hastalarda bu nedenlerden bir kısmı ya da bir çoğu görülmeyebilir.

bir şizofren nasıl davranmaz ?

bir şizofrenin nasıl davrandığından çok nasıl davranmadığını açıklamak önyargıları yıkmak açısından önemli olacaktır.

öncellikle şunu belirtmek gerekir ki sanıldığının aksine şizofrenler kişilik bölünmesi yaşamazlar. çift kişilikli değildirler. şizofrenide ani duygu değişimleri yaşanır, ancak çift kişilik sorunu görülmez.

şizofreni hastaları sanıldığının aksine şiddete çok uzak hastalardır. şiddete başvurmaları halinde bu şiddeti genellikle kendilerine uygularlar. intihar girişimi şizofrenide yaygın bir durumdur. hastaların %50’si intihara başvurur, %10’u intihar yoluyla yaşamına son verir.
şizofreni hastalarına psikopat, cani gibi saçma sapan nitelendirmelerle yaklaşılması popüler kültürün yarattığı bir erozyondur.

şizofreni hastalarının zeka sorunu yoktur, hatta bir kısmı ortalama bir insandan çok daha zekidir, yaratıcı gücü üst düzeyde insanların bir kısmının hayatının belirli bir döneminde şizofreni geçirdiği bilinir. içlerinden dahi olarak nitelendirilen insanlar da çıkmaktadır. (°bkz: john nash)
şizofreni hastalarının esas sorunu konsantrasyon eksikliği ve soyut düşünme zorluğu çekmeleridir.

bir şizofreni hastası tamamen iyileşip normal bir insan olarak hayatını sürdürebilir. bazı hastalar ise pek çok belirtiyi atlatıp görece hafif belirtilerle yaşamlarını normal bir şekilde sürdürebilirler. şizofreni tedavisi gören hastaların üçte biri, tedavi sonrası normal bir yaşam sürdürebilecek duruma gelirler.

bir şizofren nasıl davranır?

hastalığın belirtileri pozitif belirtiler ve negatif belirtiler olarak ikiye ayrılır.

pozitif belirtiler

-başkaları tarafından duyulmayan rahatsız edici sesler duymaları,
-çevrelerindeki insanların kendi düşüncelerini okuduğunu sanmaları
-çevrelerindeki insanlar tarafından yönetildiklerini düşünmeleri
-çevrelerindeki insanların kendilerine komplo kurduklarını düşünmeleri
-halisünasyonlar (varsanılar)
genellikle içinde aile bireylerinin, yakın arkadaşların ya da yakın çevredeki insanların bulunduğu, daha çok korkutucu tipte gerçek dışı olaylar görmek, sesler ya da kokular duymak. bu görüntüler, sesler ve kokular genellikle hastanın daha önce gördüğü, işittiği ya da duyduğu şeylerdir. oldukça rahatsız edicidir ve hasta genellikle bu belirtiler karşısında ani hareket değişikliklerinde bulunur.
-delüzyonlar (sanrılar)
hastanın, çevresindeki insanların aksine görüşler belirtmesine rağmen sahip olduğu yanlış inanışlara bağlanması, onları gerçek kabul etmekte ısrar etmesidir. en yaygın türleri kötülük görme sanrısı(persekusyon), üzerine alınma sanrısı(etrafındaki her olayın kendisi ile ilişkili olduğu seklindeki sanrılar); başkaları tarafından kontrol edilme sanrısı; başkaları tarafından beynine düşünce sokulması sanrısı; dini sanrılar; vücutsal sanrılar; suçluluk – günahkarlık sanrıları ve büyüklük sanrılarıdır.

negatif belirtiler

hastaların sosyal hayatlarını en çok etkileyen belirtilerdir.

motivasyon kaybı: kişinin çalışma yaşamına ve sosyal yaşantısına olumsuz yönde etki eder. hasta günlük işlerini bile yapmak istemez. ilerleyen durumlarda kişisel hijyenini bile sağlayamayacak duruma gelebilir. hastada kararsızlık ve pasiflik görülür.

toplumdan uzaklaşma: hasta arkadaşlık ilişkisi kurmakta zorlanır. kurduğu ilişkiler de genellikle yüzeyseldir ve kısa sürer.

düşünce yoksulluğu: kişi az düşünür ve az konuşur. sorulan sorulara “evet”, “hayır”, “bilmiyorum” gibi kısa yanıtlar verir ve ayrıntıları açıklamaz. uzun konuşursa düşündüklerini dolambaçlı yollardan söyleme eğilimindedir. bazı hastalarda ise çok konuşma durumu olmakla birlikte konuşmalar genellikle anlamsızdır.

negatif belirtiler depresyonun yanı sıra gelişebilir ya da antipsikotik ilaçların yan etkilerinden kaynaklanabilir.

tüm bu pozitif ve negatif belirtiler farklı hastalarda farklı farklı gelişebilir. bir hastada pozitif ve negatif tüm belirtilerin bulunması çok az görülen bir durumdur.

şizofreni tipleri nelerdir?

paranoid tip şizofreni: bu tip şizofrenlerde hastalığın normal insanlardan ayırt edilmesi oldukça zordur. çünki kişilerde hezeyanları doğrultusunda zaman zaman zaman yapabilecekleri davranış dışında etrafa garip gelebilecek çok fazla belirti yoktur. bir veya birkaç hezeyana ek olarak sıklıkla kulağa gelen sesler vardır. bu hastalar diğer şizofreni alt tiplerinde olduğu gibi garip davranışlar garip konuşmalarda bulunmazlar. hatta bazen çevrelerinde hezeyanlarına inanan insanlar bile bulunabilir.

desorganize tip şizofreni: bu hastalarda dağılmış konuşma ve dağılmış davranışlar görülebilir. yani saçma sapan konuşmalar yada etrafa saçma gelen davranışlar yaparlar. yüzlerine bakılırsa donuk bir yüz ifadesi yada mevcut durumu ile alakasız bir duygulanım gösterirler. yani ağlanacak şeye gülebilirler, gülünecek şeye ağlayabilirler. yada duygulanım ifadeleri anlamsız yere sık sık değişir.

katatonik tip şizofreni: şizofreninin bu tipinde hastalarda uzun süre aynı garip postürde duruşlar ve aşırı hareketsizlikler, açıkça amaçsız olarak yapılan ve dış uyaranlardan etkilenmeyen durumlar görülebilir. bu tip şizofreni hastaları karşısındaki insanın hareket ve davranışlarını tekrarlayabilirler.

farklılaşmamış tip şizofreni: hasta muyene edildiğinde şizofreni tanısı konur ancak yukarıdaki alt tiplerden hiçbirisi tam olarak ayırdedilemezse bu tanı konur.

tortu tip şizofreni: belirgin olarak şizofreni belirtileri artık kalmamıştır ancak daha cok duygulanımdaki kötülüğün sürdüğü ve şizotreni beliritlerinin yumuşamış halde devam ettiği durumlarda bu alt tip şizofreniden bahsedilir.

bir insan şizofreniye ne zaman yakalanabilir?

şizofreni genel olarak farklı cinsiyetler için fazla değişiklik göstermeyen bir rahatsızlıktır. ancak şizofreniye yakalanma yaşı açısından kadın ve erkeklerde farklılıklar gözlenir.
erkeklerde şizofreninin yoğun olarak gözlendiği yaşlar 16-25 yaş arası iken, kadınlarda 25-30 yaş arasında daha yaygın olarak başlar.
bununla birlikte hastalığa yakalanma oranları açısından cinsiyetler arasında belirgin bir fark yoktur ve toplumda şizofreni görülme oranı %1 civarındadır.

şizofreni nasıl tedavi edilir?

ilaç tedavisi yan etkilere ve risklere rağmen en etkili yoldur. özellikle pozitif belirtileri tedavi etmede antipsikotik ilaçlar önemlidir. en önemli yan etkiler yorgunluk, kas spazmları, tremor ve ağız kuruluğudur. bir başka önemli yan etki ise kilo alımıdır.

şizofreni tedavisinde ailenin hastaya vereceği destek çok önemlidir. psikososyal tedavi ilaç tedavisinin tamamlayıcısı olarak görev yapar.

sonuç olarak; şizofreni toplum tarafından oldukça yanlış tanınan bir hastalıktır. bu yazının amacı sözlük ahalisine şizofreniyi bir nebze de olsa doğru tanıtabilmektir.

kaynaklar:

Ruh Sağlığı ve Hastalıkları, Prof. Dr. M. Orhan Öztürk

http://www.thehealthnews.org/tr/special/psikiyatri/sizofreni/mitler.htm