30 Haziran 2007 Cumartesi

kürtler

“Türkiye cumhuriyeti toprakları içinde yaşayan Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarıdır.”

Doğruluğuna herkes onay verse de sanırım çoğu zaman atlanılan cümlelerden biridir yukarıda yazdığım.

Konuya değişik bakış açılarından yaklaşmak mümkün. Ama sanırım bu değişik bakış açılarının her birinin kendi içinde pek yaman çelişkileri, ya da şöyle diyelim, samimiyetsizlikleri varmış gibi geliyor insana. Buna daha sonra değineceğim ama öncelikle kürtleri biraz anlatayım. Elbette kendi gözümden, kendi kalemimden, ve bu yüzden objektif olmaya çalışsa da illaki subjektif.

İnsanları kategorilere ayırmayı seviyoruz. Ben de konuya girişte elimde olmadan bir kategorizasyon işlemine girişeceğim. Herkesten özür dileyerek ve yazımın ve dolayısıyla kategorizasyonumun da objektif olmaya çalışsa da subjektif olacağını bir kez daha hatırlatatrak.

Türkiye’de yaşayan ve aslen kürt kökenli insanlardan oluşan nüfus hakkında şimdiye kadar istatistiki anlamda pek çok çalışma yapıldı. Bu çalışmalarda ya da daha doğrusu çalışmaların bize yansıyan, yayınlayanlarca/yayını duyuran medyaca vurgulanan kısmında özellikle yüzdeler vurgulandı. Toplam nüfus içindeki kürt kökenli vatandaşlarımızın nüfusu, kürt nüfusun bölgelere göre dağılımı vs.

Oysa sanırım ülkemiz için daha önemli olan nokta bu nüfusun ülke içindeki sayısal yüzdesinden çok taşıdığı özellikler. Ve en önemlisi de bu nüfusun entegrasyonu ile ilgili veriler. Şundan emin olmalıyız ki bulunduğumuz anda işimize daha çok yarayacak olan duygusallık değil nesnelliktir. Ve bu ülkede ve beraberce yaşamak istiyorsak eğer, en önemlisi bu iki kardeş halkın entegrasyonudur. Entegrasyon kelimesinden “türklerin kürtleşmesi” yahut “kürtlerin türkleşmesi” gibi kötü niyetli ve asimilasyonu çağrıştıran düşünceler anlayacak olanlara şimdiden söyleyeyim: niyetim asla bu değil. Entegrasyon kelimesini “birbiri arasında etnik farklılıklar bulunan insanların bu etnik farklılıkları vurgulamadığı ve karşısındaki insana bu etnik farklılığından dolayı bir başka insandan farklı yaklaşmadığı” bir toplum yaratabilmek anlamında kullanıyorum.

Şimdi gelelim türkiye’deki kürt nüfusun –kendimce- kategorizasyonuna:

1 ) doğu ve güneydoğu anadolu’da ve bulunduğu bölgede ağırlıklı etnik grup olan kürt nüfus

herkesin görüş birliği içinde olduğu gibi feodalizm etkisinden hala kurtulamamış, bir aşiret düzeninin içine doğan ve bu düzenin çarklarının arasında her gün ve defalarca ezilerek(terör, töre cinayetleri, kan davaları) hayatı son bulan nüfustur. Devletin silahlı güçleri ile pkk arasında sıkışmış kalmış ve yarının ne getireceğini bilememekten kaynaklı bocalamalar içinde yaşamaktadırlar. Aşiret düzeninin dağılmasını sağlamadan, toprak reformu yapılmadan, halkı devlet ile barıştırmadan ne kadar yatırım yapılırsa ilerlemesinden bir sonuç alınamayacak devasa bir sorunun mağdurlarıdırlar. Şüphesiz ki yorumlarım “suyun başındaki” aşiret ağalarını kapsamamaktadır.

2 ) batı bölgelerinde yaşayan ve buraya özellikle 1980 sonrası gelen kürt nüfus

bu noktada vurgulamam gereken 1980 tarihinin “sembolik” bir tarih olduğudur. Bölgede bir dönem en hafif deyimiyle kontrolsüz şiddet kullanılarak yapılan köy boşaltmaların ardından, yerleşecek başka toprakları olmaması ve büyük şehirlerde bulunan akrabaları ya da tanıdıkları vasıtasıyla orada barınabilecekleri, mutlu bir hayat kurabileceklerine inanmaları nedeniyle batı illerine göç eden nüfustur. Geldiğimiz noktada söyleyebiliriz ki, çoğu umduğunu bulamamıştır. Kimi hala kıt kanaat geçimini sağlamaya uğraşırken kimi eski toprağının yolunu tutmuş, kimi ise buralarda kalabilmek için kirli işlere bulaşmıştır. Elbetteki toplumdaki sosyoekonomik durumun kötüye gitmesinin de büyük payı olmakla birlikte, batı illerinde son yıllarda işlenen adi suçların sayısındaki hızlı artışta bu gruptan insanlarımızın payı vardır.

3 ) batı bölgelerinde yaşayan ve buraya 1980 öncesi gelen kürt nufus

1980 tarihininin –ki aslında 1985 daha doğru olabilir- sembolikliğini tekrar vurgulamakla birlikte üç grup içerisinde toplumun diğer kısımlarına entegrasyon ve sosyoekonomik durum açısından daha şanslı addedilebilecek gruptur. Gelir seviyeleri nispeten daha yüksektir ve kürt kimlikleriyle ilgili sıkıntıları daha alt düzeydedir. Ülke içinde daha üst noktalara çıka(bile)n grup da budur.

Daha önce de belirttiğim gibi bu gruplama herhangi bir sosyolojik çalışmanın ürünü değildir, ancak sanırım kendi içinde haklı noktaları bulunmaktadır.

Bu kategorizasyon bağlamında etrafımızda hemen her gün karşılaştığımız, “kürt sorunu” ya da “doğu sorunu” olarak adlandırılan sorunun aslında bir entegrasyon ve demokrasi sorunu olduğunu söylemek gerekir. Türkiye cumhuriyeti içindeki farklı etnik unsurlar birbirlerine ne kadar entegre olabilirlerse, bu sorunun çözümü de o kadar kolay olacaktır. Farklı etnik unsurlara sahip bir ülkede insanların birbirlerine etnik farklılıklarını gözetmeden yaklaşabilmesi bir ülkenin ayakta durabilmesinin ön koşullarından biridir. Bunun en rasyonel çözüm yolu ise şiddet unsurlarını askeri ve siyasal yollardan ortadan kaldırarak demokratikleşmenin önünü açmaktır.

Son olarak ilk cümlelerimde değindiğim farklı bakış açılarına gelmek istiyorum. Sorunun çözümü konusunda çeşitli düşünceler sunan tarafların kendi içlerinde çelişkili birtakım argümanlar sarf ettiğini belirtmiştim. Bunlardan iki tanesini sunmakla yetineceğim.

Taraflardan biri ısrarla “yüzyıllardır birlikte yaşadığımızdan, et ile tırnak gibi birbirinden ayrılamaz kardeş topluluklar” olduğumuzu belirtse de herhangi farklı bir düşünce karşısında karşısındakini amansızca “vatan haini” olarak yaftalamaktadır.

Diğer taraf ise ısrarla demokrasiden dem vursa da “faşizm konuşma yasağı değil söyleme mecburiyetidir” argümanının arkasına sığınarak terör gibi acımasız ve canice bir kavram karşısında bile net bir tutum sergileyememekte ve karşısındaki grubu “olur olmaz her durumda” faşist olarak nitelendirmektedir.

Tüm bu tartışmaların ötesinde hepimizi dağ gibi sorunlar bekliyor ve biz hala ortak bir dil yaratmanın bile çok ama çok uzağındayız. Ancak bu dili bir an önce yaratmak zorundayız.

Bu yazının ne isa’ya ne de musa’ya yaranamayacağını biliyorum.

Ben size yeni bir peygamber bulmayı öneriyorum.

4 Haziran 2007 Pazartesi

baskın oran


istanbul'dan bağımsız milletvekilliği için adaylığı koymuş eski akademisyen yeni siyasetçi.

http://www.radikal.com.tr/haber.php?haberno=223097

bugünkü radikal gazetesi'ne ilginç açıklamalarda bulunmuş. öyleyse bir iki kelam edelim:

baskın oran radikal gazetesine verdiği demeçte adaylığı konusunu anlatırken: "1 mart tezkeresi reddedilsin sloganıyla 2003'te ortaya çıkan bir fiili grup bu. dernek bile değiller. demokrasi ve barış için zaman zaman imza kampanyaları düzenlediler. ismin üzerinde tam mutabakat var diye beni aradıklarında, onlara hayır diyemezdim. hiçbir partiyle ilişkili olmadan adaylığımı koydum." demiş.

kısaca neden aday olduğunu, hangi kesimi temsil ettiğini belirtmiş. bir akademisyen ve yeni bir siyasetçi için kendini tanıtması için verilen fırsatı değerlendirmeye çalışıyor. buraya kadarı güzel.

ancak bir başka gazete'ye bundan bir buçuk yıl kadar önce bir başka demeç daha vermiş. ancak 25 eylül 2005'te zaman gazetesi'nde bambaşka şeyler açıklamış. yazanları alıntılayarak aynen aktarıyorum:

(baskın oran) başbakan recep tayyip erdoğan liderliğindeki ak parti'yi, 'milliyetçiliğin at gözlüğünü takmamış tek parti' olarak tanımlıyor. türkiye'nin şu anda geçiş süreci yaşadığına dikkat çeken oran, böyle bir ortamda mevcut iktidarı 'nimet' olarak değerlendirerek şunları ekliyor: "böyle devam ederlerse, bir sonraki seçimde oyumu ak parti'ye atacağım." (zaman gazetesi 25 eylül 2005)

http://www.8sutun.com/node/1876



bu iki demeci okuduktan sonra sanırım benim gibi siz de burada bir çelişki olduğunu görmüşsünüzdür. şimdi sayın baskın oran'a sormak gerekiyor:

abd ile işbirliği yaparak ırak'taki kardeşlerimizin kanını akıtmak, bölgede on yıllar sürecek bir kan davası yaratacak bir işbirlikçilik yapmak isteyen bu akp değil miydi? öyleyse bu akp'nin karşısına geçerek 1 mart tezkeresi'nin geçmemesi için oluşmuş bu birliktelikten biri olarak nasıl olur da akp'yi türkiye'de oy verilecek yegane parti olarak görürsünüz?

sahi 1 mart 2003 ile 25 eylül 2005 arasında ne değişti dersiniz?